16 Mart 2017 Perşembe

Betonarme Dürüst Olabilir Mi Acaba?



Şunu bilir, şunu söylerim: Betonarme sayesinde geniş boşluklar bırakabilme imkânın oluyor. Böylece geniş pencereler açabiliyorsun. Aklıma İzmir’deki apartmanları getiren Robert Mallet-Stevens tarzı binalar en çok ta bu sayede güzel. Betonarme iskeletin içini gaz betonla doldurup, küçük ve kemerli pencereler bırakarak ortaya bir külliye çıkarmak haliyle pek hoş değil. Aynı handikap betonarme iskelet üzerine tarihi taş görünümlü/kaplamalı herhangi bir şey yapmakta da var. Kaplama taşın bir türlü yeterince güzel olmamasının en büyük nedeni, malzemenin kendi kendini taşımamadığının bir şekilde anlaşılmasıdır. Yapının dürüst olmaması, insanın estetik duygularında bir çarpılmaya yol açıyor olmalı... Halbuki hakikî bir yığma yapı bütün dürüstlüğü ile zemine nasıl oturduğunu belli eder. Dışarıdan yapının hayatını okuyabilirsin.

Gerçek Mülkiyet Özgürlüğü



Biraz sonra önereceğim şeyler başta mülkiyete karşı bir anarşizm hülyası gibi gözükebilir ama değil. Neye malik olduğumuzu sorgulamak istiyorum. Yoksa mülkiyete karşı değilim.
    Mülkiyet kavramı ve bununla bağlantılı uygarlık, geçmiş zamanlardaki sonsuz doğa kaynakları üzerinde bir enstantane olarak ortaya çıktı, gelişti.  Fakat günümüzde artık kendi entropisinde boğulan, sürdürülmesi imkânsız bir şey haline geldi. Tıpkı hızla çoğalan bir parazit gibi veya göldeki istilacı bir yosun gibi. Bunların popülasyonların dengeli bir seviyeye ulaşması için mâlik olunan kaynakların çevriminin şimdikinden çok çok daha verimli ve uyumlu yapılması şart.
     Bence devlet, dolayısıyla millet, malik olduğu ülke coğrafyasını, hava, su mineral döngüleriyle, ekosistemiyle toptan ele almalı ve buna halel gelmemesi için çalışmalı… İnsanların ve gelecek kuşakların doğadan sağladığı bütüncül fayda çok çok önemlidir. Peki devlet bunu o coğrafyayı insanlardan koruyarak mı yapmalı? İşte burada kat’i bir ayrım öneriyorum: Coğrafya İNSANlara sınırsız bir şekilde açık olmalı. Her isteyen istediği yere evini bahçesini kurabilmeli. Aralarında anlaşarak köyler kurabilmeli (eskiden olduğu gibi). Antropolojik verilere göre sanırım bir insan topluluğu 150 kişiye kadar bir lidere ihtiyaç duymadan rahatlıkla kendini idare edebiliyor. 1000 kişilik kabilelerde zaman zaman bir kişi öne çıkabiliyor. Daha sonra şeflikler ve devletler başlıyor. Bunların yaptığı imar, zanaat ve ziraat doğaya ciddi olarak etki etmeye başlıyor: Şehirler… Bahsettiğim o tüm coğrafyanın hâkimi olan devlet, bunlara insanlarının hakkı olan topraklar üzerinde kendi hâkimiyetini kurmuş simbiyozlar/parazitler muamelesi yapmalı. Geçmişte bu umursanmamış fakat günümüzde bu etki istila düzeyinde. Üstelik köyler de şehirlerin geliştirdiği teknolojiyi kullanarak tahribatı, toksisiteyi arttırıyor. Hijyen diye bir şey var... Bu aşamada devlet bu şehirlere, doğaya verdikleri etki ölçüsünde izin vermeli  - devlet derken insanların tam bilinçle hâkim olduğu bir varlığı kastediyorum-.  Burada doğa ve uygarlık arasında bir dengeden bahsetmiyorum; Doğa içindeki uygarlığın doğa tarafından hissedilmeyecek kadar küçük bir detay haline getirilmesinden bahsediyorum. Bir noktada gariban kalıp saz çalıp türkü söylemeyi savunduğum doğrudur. Fakat dahası var. Uygarlık, doğaya etkisinin olmadığı büyüme sahaları keşfedebilir. Doğadan men edilirlerse şehirler böyle yerler bulmaya zorlanacaktır. Hatta belki buralarda teknolojiyi daha verimli kullanma fırsatı bularak daha iyi serpileceklerdir.
     Bunlar olurken teknolojinin kirletmediği doğa, biyolojik bir varlık olarak insanın sınırsız özgürlüğüne bırakılmalı. 150-1000 kişilik topluluklarla sıfırdan ne yapabiliyorsa yapabilir. Artık taşlardan duvar mı örer, sazdan çatı mı yapar, sınırsız bir özgürlüğü olacaktır. komşu köyden aldığı tohumu ekeceği küçük bahçeleri olacaktır.
    Uygarlık isteyene de doğada kafa dinlemek isteyene de istediğinin verildiği sistem bu değil midir? Tabi demin bahsettiğim şu "doğaya etki edilmeyen" yerlerde bunun basıl yapılacağı mesele. Bunun için işte metasimbiyoz adında bir çalışmam var.

15 Şubat 2017 Çarşamba

Trafiğe Çözüm I: NERV


Metasimbiyoz, teorik olarak şehrin bütün problemlerini çözebilir... Bi'tane problem söyleyin... Trafik mi? Tamam… Hatta biliyor musunuz, trafik sıkışıklığı problemi öyle kolay ve eften püften bir problemdir ki, bunun için metasimbiyoz usullerine girmeye bile gerek yok. Her insanın içinde olan en doğal adalet duygusunu işletirseniz, trafik sıkışıklığının tereyağdan kıl çeker gibi düzeldiğini göreceksiniz.
     Metasimbiyoz denen şey, çok köklü bir sistem değişikliğidir. Durun şimdi hemen buna yeltenmeyelim. Ama metasimbiyozun estetik, adalet, özgürlük gibi doğal hisleri vardır. Bu hislerden sizde de varsa, yavaştan yavaştan başlayıp metasimbiyotik anlayışın nasıl ilaç gibi işlediğini görmek de sizi epey şaşırtabilir. Evet, günümüzün karayolları taşımacılık sistemine bir kaç sihirli dokunuş yapalım. Eğer şimdiki sistemimiz bozuksa, üzerine ilacı dökelim ve bırakalım bozuk kısımlar yavaş yavaş çürüyüp düşsün. 
     Ne yaparız da trafik çözülür, hım... Sıkışıklığın sebebi ne? Önce onu anlamaya ne dersiniz... Ben derim ki sıkışıklığın sebebi adaletsizlik, amiyane tabirle "hak yeme"dir. Arabaların birbirine yol verip vermemesinden bahsetmiyorum. Arabaların biz yayan, oturan ve otobüsteki ayakta insanların hakkını yemesinden bahsediyorum. Biraz sakince düşündüğünüz zaman anlayacaksınız ki biz kentliler haklarımızı bedelsiz olarak otomobil ve diğer vasıtalara devretmiş bulunuyoruz. Belediye yeni bir yol yaparken bize soruyor mu? Hayır. Üstelik bunu vergilerimizle bize hizmet olarak yaptığını söylüyor. Evet demokratik mahalli seçimlerde onları bizim adımıza yol yapsınlar diye biz seçiyoruz ama mesele şu ki, bu seçimi yapan insanların büyük bir kısmının arabası yok. İşlerine otobüsle gidip geliyorlar, hatta işleri bile yok. "İşleri yoksa hakları da yok" mu diyeceksiniz, eh ama oy veriyorlar... Yol dediğiniz şey hususi arabası olanlar içindir. Geri kalan insanlar için züldür, hayatının kısıtlanmasıdır. Yol kenarındaki evin sakini için gürültü ve egzozdur. Dükkân sahibi için bir ikilem söz konusu: kâh müşteri getiren, kâh müşterileri kaçıran bir şeydir yol. Mesela Boğaz kenarındaki bir kafenin sahibi, manzara ile arasından vızır vızır arabaların geçmesini istemez. Yolların kenarlarında arabalar park eder ki kaplanan alanın yarısı bunlara gider. Artık apartmanlardan geriye 1-2 metre eninde kaldırımlar kalmıştır, geri kalanı motorway... İnsanların çoğu burnunun dibine kadar arabaların sokulmasını da; gece kapılarını çarpmasını da; kışın motoru ısıtmak için gürüldemesini de; çocuklarının yürüdüğü yerden hızla geçip gitmesini de istemez. Ama ödedikleri vergiyle belediye gelir o yolu yapar. Üstüne üstlük her sene yeniler, asfalt beton döker, o da ayrı bir eziyet... İşte adaletsizlik budur.
     Araba sahipleri çok mu mutludur? Bir kere arabanın eşek yüküyle vergisini öderler. İşe giderken yollar büyük ihtimalle tıkalıdır, bir araba sahibi günde ortalama 3 saatini pekâlâ yollara gömer. Hele İstanbul gibi saçma sapan büyümüş bir şehirde... Demin dediğim gibi yol kenarlarına arabaların park etmesini engelleyemediklerinden elleri mahkum belediyeler yolları genişletmiştir ama bu bile sürücülere yetmez. Kavşaklarda park etmiş arabalar arasında arabalar karşı karşıya gelir, bekler arkadakiler sıkışır, korna filan tam bir sefillik... 
     Nedir çözüm? Harika yollar yapmak, otomasyonlu bilmem ne ışık sistemleri; mobil trafik uygulamaları filan mı? Olmuyor işte. Hele İstanbul'da hiç bir çözüm dikiş tutmuyor. Yapılan yollar kent imkânlarını arttırdıkça yalnız Anadolu'dan değil; Suriye'den, Romanya'dan, Filipinler'den, Senegal'den insanlar şehre doluşuyor. İmkânlar, kazanç bol diye; 30-40 milyona kadar yolu var ya peki, bir yanda Çatalca, öbür yanda Düzce, nereye kadar genişlemeyi düşünüyorsunuz? Hovv!
     Tekrar söylüyorum. Trafik sıkışıklığının sebebi  adaletsizliktir. 4 yolcu taşıyabilecekken bir tek kendi sürücüsünü taşıyan arabaların  8 metrekare alan gasp etmesine karşılık, otobüslerde metrobüslerde insanların otuz santimetrekareye talim etmesi mi? Evet. Bir büyük adaletsizlik de bu... Ve otomobillerin kentlilerin hayatından çok çok daha fazla çaldıkları halde bunun karşılığını tam olarak ödememesi... Dediğim gibi otomobil sahibi zaten yığınla verginin altında ezilmektedir. Hayır, karşılığını ödemesi gereken o değil, yanlış anlamayın; karşılığı ödemesi gereken otomobilin kendisidir. Otomotiv sektörüdür; petroldür. İnsanlara onca otomobili ve içinde yakacağı benzini satandır. 
     Normalde otomobil sahipleri bu şeyi satın aldığından itibaren kullanmasa da vergisini ödemek zorundadır. Motorun benzin yakma kapasitesine göre bir vergi sistemi belirlenmiş... Belki adam yakmayacak, ayda bir kullanacak veya gece yarısı şehir dışına gidip gelecek, kimseyi rahatsız etmeyecek... bu adil değil. Peki, otomobil sahibi otomobilini kullandığı kadar mı vergi ödesin? Zaten depoyu doldururken benzine yine dünyada eşine rastlanmadığı miktarda para ödüyor bu millet... Dediğim gibi kuş uçmaz kervan geçmez bir saatte yolculuk yaptığında; kimseye bir rahatsızlık vermediği halde; benzin, gişe derken yine dünyanın parasını ödeyecek. Hayır... şehirlerarası yollar devletin malıdır; devlet isterse bunlardan para almayabilir ama şehir içi yollar kentlilerin malıdır (belediye kentlilere aittir). Yani bir otomobil sahibi, kentlilerin arazisini işgal ettiği, kentlileri rahatsız ettiği kadar ücret ödemelidir. Devlet bütün vergileri sıfırlamalı sadece yeni çıkacak tek bir vergiye odaklanmalı (adını şimdi koyuyorum): NEGATİF EKTERNALİTE REALİZASYON VERGİSİ (NERV) (Kısaltması da bek hoş ve anlamlı oldu, başığa da iliştireyim bunu).
     Hukukta birisine ciddi bir zarar verdiğiniz zaman  tazminata mahkûm edilirsiniz değil mi. Ama şehirler öyle değil. İnşaat yapan firmalar geçici olarak verdiği zarar için sadece özür diler. Kenti asfalt yollarla ele geçiren otomotiv ve akaryakıt sektörü onu bile dilemez. Bazı şeylerin dışa yayılan gürültü, zehirli gaz gibi zararları vardır. Bu zarar azar azardır, alıştırır. Bazı yerlerde bu zarar kürek kürektir (fena alıştırmışlardır kerizleri yani biz vatandaşları). İşte vatandaşın istemesi gereken hak bundan ibaret… Motorlu taşıt vergisi denen şeyi unutun (yani devlet unutmalı, istememeli). Onun yerine motorlu taşıtlar kentte insanları rahatsız ettikleri oranda vergilendirilmeli, işte o da NERV.
     Kentlerde insanların yaşadığı, işlek, cıvıl cıvıl, daha çok yaya trafiğinin olduğu mekânlar vardır. Diyelim ki İstiklal Caddesi'nde olduğu gibi burayı araba trafiğine kapatmadınız; öyleyse ücretini isteyin... Değil mi ya bakınız saat 10.00’dan sonra İstiklal Caddesine giriş ücreti ∞ (sonsuz) TL’dir. Yani yasaktır, ücret limitte sonsuza gitmiştir. Eh peki o zaman niye benzer başka yerlerde ücretsiz? Arabaların girmesini pek istemediğiniz muhitlere ücret koyabilirsiniz. Stockholm'de bunu yapmışlar ve bir nebze başarılı olmuşlar (uzun bir makale konusu). Gerçi sosyal demokrat ruhlu İsveçliler, durup dururken ortaya çıkmış bu vergiye tepki koymuşlar ama sonra işler rayına oturmuş ve araba yoğunluğu %20 azalmış. Bu azalma da trafik sıkışıklığını çözmeye yetmiş. Evet... Kentte yalnız yayalara yakışan, ancak öyle değerini bulacak olan bir sürü muhit var. Hatta aslına bakarsanız kent merkezi denen yerler tamamen böyle yerlerdir. Düşünsenize buralarda bütün yollar yayalara ve bisikletlilere ait olsaydı insanlar ne kadar mutlu olurdu. Yasaklansın demiyorum. Yetkililerden birisi bi'şeyler buyursun da demiyorum.  Kentliler kendi hakkına sahip çıksın, ücretini istesin, o kadar. Sirkeci'de, Taksim'de 8 metrekarelik bir dükkân bile kiralasanız dünyanın parasını ödersiniz. Üstelik bu dükkân hızla hareket ederek insanlara çarpmaz veya (köfteci değilse) etrafa duman saçmaz. Evet, arabalar otopark denen şeye böyle bir meblağı ödüyor ama nedense yolda giderken - yani daha tehlikeli ve daha kirliyken- hiç bir ücret ödemiyor. Tam bir adaletsizlik… Otomobillerden hiç bir vergi alınmamalı fakat; şehir merkezine girdiklerinde fahiş bir vergilendirmeye tabi tutulmalıdır (böylece Stockholm'deki gibi cüzi ücretleri insanlar acı hissine alıştıkça arttırmak zorunda kalmazsınız).
     Bu çözümün iki adet handikabı var gibi gözüküyor:

  • Bu para belediyenin kasasına gidecek. Halk bundan nasıl faydalanacak
  • Sadece zenginler şehir merkezine girebilecek
Ama hayır, tam olarak öyle değil...

  • Belediyeler yol kullanımından para almayı istemez. Onlar duran şeylerden (otopark, yeme içme tesisi) ücret alırlar. Yani merak etmeyin, hareket ederseniz sizi göremezler. Hareketin bereketi arttıracağını düşünürler. Eskiden kalma bir alışkanlıkla olsa gerek, dükkanlara alış veriş yapmaya geleceklere, şehir merkezinin/ çarşının girişinde adeta "gelme, geri git" der gibi para kesmenin yakışık almayacağını düşünür (geldikten sonra park ettiğinde para keser). Böyle bir kendine güvensizlik işte… Oysa devir eski devir değil. O otomobiller at arabası değil, kentli insanı zehirliyor, mutsuz ediyor, korkutuyor. Üstelik at arabaları da bu kadar fazla olsaydı; şehreminiler bunlardan da vergi almayı herhalde düşünürdü... 
Evet, yine zurnanın zırt dediği yere geldik. ARZ & TALEP...  Negatif eksternalite yaratacak olan otomobilin girişinden ücret alacak olan, bu negatifliğe maruz kalan vatandaşın kendisidir. Otomobilin işgal ettiği yer bir metadır, varlıktır. Talep eden kişiye arz edilmelidir. Herkese bedava olursa iş düğümleniyor işte... Belediyeler, kent sakinlerinin verdiği yetkiyle burayı işleten organlardır sadece. 
     Nerede kalmıştık, belediyeler böyle bir vergiyi istemez çünkü kendi sahibi olduğu işletmelere (otopark, belediye tesisi) olan talebin azalacağını düşünecektir. Dükkânların rant değeri düşecektir. Yani belediyenin gelirlerine bir yenisi daha eklendiği yoktur. Kaldı ki, NERV ücretleri ayrı ayrı fonlarda toplanıp, her muhit için toplanan vergi sadece o muhit için kullanılmalıdır.
  • İkinci soru zenginler hakkındaydı: Hani sadece zenginler mi faydalanacak... Şu anda İstanbul gibi büyük şehir merkezlerinin nimetlerinden sadece ama sadece, mutlak bir kesinlikle, saflaştırılmış olarak sadece zenginlerin faydalandığını bilmesek bizi de kandıracaktınız.  Fakirlerin arabası mı vardır, vergisini, benzinini ödeyecek? Bi de onunla şehir merkezinde bir lokantaya gidecek... Kenar semtlerde oturan orta direk için düşünürsek, keza, orta direğin de gün aşırı Bebek sahiline arabasıyla gidip bir kahve içme, geceleri âlemlere akma alışkanlığı pek yoktur, genelde (çaresiz) AVMlerde takılırlar. Bu vergiyi zaten zenginler ödeyecektir. İşi gücü bu muhitte olan bir orta direk içinse, toptan satın aldığı için bir indirim uygularız, eşek değiliz ya. Kombine filan satarız artık, ne bileyim orası işin teferruatı. 
NERV şehir merkezlerini rahatlatacak; muhiti ihya edecektir; zenginleştirecektir. Hani neden bir dünya finans merkezi olamıyoruz diye sorduklarında önemli bir işadamı (galiba bir Eczacıbaşı) "Trafik" diye cevap vermişti... Şehir merkezinde trafik, yol kullanım ücreti alınırsa biter. O zaman finans merkezi de olursun, sanat da moda da... İnsanlar şehrin merkezinde de, kenarında da otomobil kullanmayı bırakır. Bu bir çözüm olmaktan öte bir hak hukuk, bir arz&talep meselesidir. Bu zaten böyle olmak zorundadır. Olması gereken yerine getirildiği zaman şöyle bir mazara kendi kendine ortaya çıkar: 

  • İnsanlar toplu taşımaya yönelir; boş kalan yollarda yeni otobüs seferleri, tramvay hatları açılır. İnsanlar 30 santimetrekareye sıkışmadıkları daha ferah şartlarda seyahat ederler. 
  • Kente girmek isteyenlerin baskısıyla, adeta İstanbul'u fethetmeye çalışanlar lağımcılar takımının lağım (tünel) kazması gibi, yeraltı metrosuna ağırlık verilir. 
  • İnsanlar yakın mesafeleri yürümeye alışır. Otomobil ve asfalt yol pek olmadığı için kendine fırsat bulan daha bol ve gümrah yeşil alanların arasında gideceği yere yürüyerek gider.
  • İnsanlar bisiklet kullanmaya alışır. Belediyeler bisikletler için daha çok yol açar. (Yalnız bisiklet için MEYİL denen başka bir mesele vardır, başka bir yazının konusu. Bana kalsa bütün yollar bisiklet yolu olmalı ama İstanbul denen çılgın şehir derelerle tepelerle bezelidir. Elbette devamlı motorlu taşıt yollarıyla kesilmesi bisikleti engelleyen şey bu. Fakat bu kadar bisiklet düşmanı bir kent olmamızın sebebi bir de İstanbul'un bayırlık olmasıdır. Metasimbiyoz bunu da çözecek, takip edin...) 

Bakın, sakin sakin düşünün, Metasimbiyoz hiç bir şey yapmadı sadece "adalet" dedi ve trafik sorunu çözülüverdi. 

1 Şubat 2017 Çarşamba

Ne oluyor?


Selam,
Bu blogda şimdiye kadar mimarî ve şehircilik sahasında henüz görmüş işitmiş olduğunuzu sanmadığım bazı hipotezler ortaya atacağım. Bunlar kesinlikle belli bir uzmanlığa dayanan, teknik ayrıntılara boğulmuş akademik şeyler değil. Şehirlerde yaşayan herkesin mustarip olduğu problemler belli (trafik, barınma, yeşil alan...) ve bunların çözümü herkesi ilgilendiriyor. Kafası çalışan ve açık fikirli olan herkesin "Metasimbiyoz"a hak vereceğine, vermese bile en azından anlayacağına eminim. Elbette uzmanların eleştirisi daha değerli olsa da herkesin burada iddia edilenleri zihninde tartıp, varsa eksik ve tutarsız tarafları kıyasıya eleştirmesini isterim.
  Çoğunuzun, şehirlerde ortaya çıkan şeyler (yollar, konutlar, AVMler, devlet binaları, hatta yeşil alanlar) için pek iyi şeyler hissetmediğine, hatta küçük bir kısmınızın bunlardan iğrendiğine eminim. Bir amacım da dünyada ve ülkemizde şehircilik adına yapılan şeylere sempatiyle bakan insanları bunların kötü olduğuna ikna etmek. Yapılan güncel işlere dair değerlendirmeler yapacağım. Anlattıklarımı okuyunca iğrenin istiyorum... Yapılan hiç bir işten memnun olmayan mimar odaları kadar iğrenin. Dünyaya kapkara gözlüklerle bakan, mutsuz, pesimist insanlar haline gelin (nıha nıhahaha!) çünkü elimde bu marazı iyi edecek bir panzehir var (sonra onu size satacağım… amacım bu).
 Çok garip ama o yapılanlardan iğrenen o küçük kısma ne işle meşgul olduklarını sorduğumuzda "mimar" olduklarını öğreniriz (ya da zaten tiplerinden bellidir). Evet, yukarıda saydıklarımdan çoğunu (yollar hariç) projelendiren, yani hayal eden ve biçim olarak ortaya çıkmalarını sağlayan kesim, diğer yandan bunlardan en çok nefret eden kesim oluyor. En azından "mimarlar odaları" düşüncesinde olan mimarlar böyle... İnsanlar bunun sebebini meslek içindeki siyasi bir fraksiyon olarak kabul etmeye meyillidir. Ama ben bunun çok ötesinde, mimarlık (ve şehircilik) denen  mesleğin memomunda (hoppala… ne acayip kelime) yapılanlara gerçekten karşı çıkmasını gerektiren memler* olduğunu düşünüyorum. Vücuda girmiş yabancı bir şeye alerjik reaksiyon gösteren hücreler gibi... Evet, alerjiklerin, mesela astımlıların kortizon kullanarak bu tepkiyi bastırması gibi herhalde günümüzde de bu mimari güdü bastırılıyor. Alerjen mi alerjik mi? Kimin hatalı olduğunu tam olarak kestiremediniz değil mi? Ama ortada sağlıksız bir durum olduğu kesin…
Türkiye’ye bakacak olursak şehirlerimizdeki mimari problemin neden kaynaklandığını da az çok biliyoruz… mu dersiniz, hayır! bildiğimizi sanıyoruz, problemin ne olduğunu ortaya koyan en tumturaklı sosyolojik teori bile aslında, doğası itibariyle problemi çözecek güçten yoksundur… Şöyle özetliyim: Ya işte Allahın sosyoloğu… Evet, bir mimar bile gelip problemin kaynağında sosyo-psikolojik filan meseleler olduğunu söylediğinde ona tek diyebileceğim bu… Muhakkak öyledir ama ben, problemin en kaynağında elle tutulur, bi’çarptı mı yer çarpan gayet fizikî bir şeyler olduğuna inanıyorum. Bu şey, bildiğimiz betondan asfalttan seramikten metalden plastikten yapılan bir şey... Bunu değiştirdiğimiz zaman mimarlık problemini çözeceğiz. Bilmiyorum, siz ne anladınız ama benim kastettiğim varlık şehrin kendisi… Elbette bunu zihnimizle, zihinlerimizde oluşan şeylerle yapacağız. Fizikîden ise kastım şu: Sosyolojiden, ekonomiden, siyasetten... yani zihnimizle zihinleri değiştirmeye çalışmaktan biraz yılmadık mı? Hepimiz lisede matematik, geometri, biyoloji öğreniyoruz. Beyinlere hükmetmeye (veya onları anlamaya) çalışacağımıza biraz da şu çevremizdeki taştan, metalden şeylere hükmedelim (veya onları anlayalım). Canlılara hükmedelim… desem tuhaf olacak, hadi onları anlayalım… Bu kadar bıcır bıcır sosyal olmak, ev, araba, dizi, futbol, siyaset konuşmak; sosyal medyada beyin eskitmek yetmedi mi?
Peki, ne yapmalıyız? Biraz havalı konuşmak gerekirse mimari paradigmayı değiştirmek zorundayız. Tamam... bu bayağı ukala bir laf oldu. O zaman şöyle açayım ki bu blogun sadece mimarları ilgilendiren bir blog olmadığını size anlatayım: Şehirler sadece kentlerden ibaret değildir ki mimarlar ve kent plancılarının ve belki inşaat mühendisleri teker teker söz sahibi olsun... Şehrin kentleşmiş yerlerinin etrafında onu besleyen ve sulayan hektarlarca arazi vardır. Bir kısmında sanayi üretimi için tesisler vardır; kentlilerin pisliğini temizle(meye çalış)an tesisler de vardır. Bunları bir birine bağlayan yollar vardır. Buralarda mimarî ancak üstünkörü fikir sahibi olabilir. Çözüm için bütüncül düşünmek gerekir ki anlayacağınız ya bütün mesleklerden oluşan bir konsorsiyum gibi bir şeye veya benim gibi uzmanlaşmamış, her şeyden azar azar anlayan birilerine ihtiyaç var. Evet, böyle abuk subuk bir girişten sonra (girişi nasıl yapacağımı çok düşündüm) bundan sonraki başlıklarda dünyayı kurtarmaya başlayabiliriz.